Pluribus’u ilk izlediğimde aklımdan geçen ilk şey “Vince Gilligan sonunda mutlu bir şey mi yaptı?” oldu. Breaking Bad ve Better Call Saul gibi karanlık, suçla dolu evrenlerin ardından Gilligan bu kez farklı bir distopyaya el atıyor: herkesin mutlu olduğu bir dünya. Fakat tahmin edileceği gibi, Gilligan’ın mutluluğu bile huzurlu değil. Apple TV+’ta yayınlanan Pluribus, mutluluğun bile tehlikeli bir silaha dönüşebildiği karanlık bir ütopya kuruyor.
Rhea Seehorn’un canlandırdığı Carol Sturka, bu dünyada tek “mutsuz” insan. Tüm insanlık, bir uzaylı virüsü sayesinde daimi bir mutluluk haline ulaşmışken, Carol bu duruma bağışıklık gösteriyor. Herkesin birbirinin zihnine erişebildiği, herkesin birbirine nazik olduğu, barış içinde bir dünya. Kulağa güzel geliyor değil mi? Ama Gilligan, “ya herkes mutlu olursa insanlık ne olur?” sorusunu merkezine alarak seyirciyi rahatsız edecek kadar cesur bir sorgulama yapıyor. Ve bu kez o rahatsızlık, şiddetten değil, aşırı iyilikten doğuyor.
Pluribus: Herkes Mutluysa, Kim Gerçek Kalıyor?
Pluribus, ilk bakışta absürt bir bilimkurgu gibi dursa da, aslında kimliğin ve bireyselliğin en karanlık taraflarını anlatıyor. Dünya nüfusunun tamamı tek bir bilinçle birleşmiş durumda. İnsanlar artık “ben” demiyor; “bu birey” diyorlar. Fakat Carol, bu uyumun dışında kalmış bir yabancı gibi. Herkesin gülümsediği bir dünyada onun mutsuzluğu bir tehdit olarak görülüyor.
Carol’ın hikâyesi, klasik “direnişçi” arketipine dayanıyor ama Seehorn’un performansı karakteri sıradan bir kahramanlıktan çıkarıp tamamen insani bir seviyeye indiriyor. Carol, öfkeli, yorgun, alaycı ve çoğu zaman haklı. Dizi boyunca “neden herkesin mutlu olması seni rahatsız ediyor?” sorusunu defalarca duyuyor ama cevabı hep aynı: “Çünkü kimse gerçekten düşünmüyor.” Bu sahneler Gilligan’ın senaryosundaki zekayı ortaya koyuyor; mutluluk bile totaliter bir baskı aracına dönüşebiliyor.
Pluribus’un en ürkütücü yanı ise estetik açıdan steril, duygusal açıdan boğucu bir dünya kurması. Herkes birbirine yardım ediyor, kimse kavga etmiyor ama her şey fazlasıyla yapay. Bu steril atmosferin içinde Carol’ın öfkesi bir çeşit canlılık hissi yaratıyor. Dizi ilerledikçe “iyi” görünenin aslında insan doğasının en büyük tehditlerinden biri olduğunu fark ediyorsunuz.
Vince Gilligan’ın En Sessiz Ama En Ağır Hikayesi
Gilligan, Pluribus’ta alıştığımız suç dramasını geride bırakıyor ama aynı ustalıkla “kontrol” temasını işliyor. Walter White kimyayı, Saul Goodman yasayı manipüle ediyordu; Carol ise insan duygusunu sorguluyor. Herkesin “tek beyin” olduğu bir dünyada özgür irade kavramı tamamen silinmiş. Carol’ın bağırışları, aslında bir kadının değil, insanlığın son nefesi gibi.
Dizinin temposu yavaş ama bilerek yavaş. Her bölüm, düşünmek için zaman tanıyor. Bu yavaşlık bazı izleyiciler için sıkıcı gelebilir ama Pluribus’un amacı eğlendirmek değil, rahatsız etmek. Rhea Seehorn’un neredeyse tek başına taşıdığı bölümler, monolog gibi işliyor. Carol’ın “Herkesin iyi olması, kimsenin gerçek olmaması demek” dediği sahne, Gilligan’ın senarist olarak ne kadar formda olduğunu kanıtlıyor.
Görsel açıdan dizi inanılmaz ölçüde sade ama etkileyici. Albuquerque’nin sessiz sokakları, steril beyaz laboratuvarlar ve neredeyse tek tonda ışık kullanımı, distopyayı pastel renklerle anlatıyor. Bu tercih, Gilligan’ın “korku”yu artık kanla değil, sakinlikle yaratabildiğini gösteriyor.
Mutluluk, En Zararlı Virüs
Pluribus yalnızca bir bilimkurgu dizisi değil; aynı zamanda kadınlık, bastırılmış öfke ve gaslighting üzerine de güçlü bir metafor. Carol sürekli “sakin ol”, “daha pozitif düşün”, “sadece mutlu ol” denilerek susturuluyor. Etrafındaki herkes, iyilik adı altında onu kontrol ediyor. Dizi, bir kadının sistematik olarak “mutlu olmaya zorlanmasını” politik ve kişisel bir direniş hikayesine dönüştürüyor.
Gilligan burada Orwell vari bir düzeni, duygusal manipülasyonla anlatıyor. “Biz sadece seni mutlu etmek istiyoruz” cümlesi, hem tehdit hem sevgi gibi geliyor. Carol’ın öfkesinin, küresel zihin ağına bağlı milyonlarca insanı etkileyip milyonlarca ölüme yol açması ise Gilligan’ın insan doğasına dair nihai sorgusu: “Gerçek mutluluk, bedel ödemeden var olabilir mi?”
Rhea Seehorn burada bir kez daha olağanüstü bir performans sergiliyor. Kim Wexler’daki bastırılmış gerilim, Carol’da patlamaya dönüşüyor. Hem acımasızca komik hem de trajik bir figür. Onu izlerken aynı anda hem empati duyuyor hem de korkuyorsunuz. Çünkü Carol’ın siniri bizim içimizdeki sessiz haykırışı temsil ediyor.
Dizinin ikinci yarısında dünyanın farklı yerlerinde birkaç bağışık karakter daha tanıtılıyor. Ancak hiçbiri Carol kadar güçlü değil; Gilligan bunu bilerek yapıyor çünkü Pluribus tek bir insanın izolasyon hikayesi. “Herkes bir” dünyasında yalnız kalmanın ağırlığını seyirciye fiziksel olarak hissettiriyor.
Mizah ve Karanlık Arasındaki İnce Hat
Gilligan’ın en büyük başarısı, Pluribus’u tamamen depresif bir diziye dönüştürmemesi. Kara mizah ustaca yerleştirilmiş. Carol’ın televizyondaki “başkan”la tartıştığı sahne hem komik hem ürpertici. Herkesin aynı anda “Merhaba Carol” demesi ise hem gülünç hem de kabus gibi. Bu ton değişimleri, diziyi benzersiz kılıyor.
Bazı bölümler The Good Place’in absürtlüğünü, bazılarıysa The Leftovers’ın melankolisini hatırlatıyor. Ama hiçbiri tam olarak Pluribus kadar “rahatsız edici tatlı” değil. Final bölümü geldiğinde, Gilligan izleyiciyi bir cevapla değil, bir soruyla baş başa bırakıyor: “Ya mutsuz olma hakkımız elimizden alınırsa?”
Artılar
- Rhea Seehorn’un olağanüstü performansı
- Gilligan’ın felsefi, politik ve duygusal temaları harmanlayan zekası
- Kara mizah ve bilimkurgunun dengeli birleşimi
- Görsel olarak sade ama anlamca zengin atmosfer
- Kadınlık, öfke ve özgürlük üzerine güçlü metaforlar
Eksiler
- İlk bölümler fazla yavaş tempolu
- Bazı yan karakterler yüzeysel kalıyor
- Finalde cevaplardan çok sorular bırakıyor (bilinçli olsa da)
- Bazı izleyiciler için fazla kasvetli gelebilir
Puan: 90 / 100
Pluribus, Vince Gilligan’ın en cesur ve en insancıl işi. Breaking Bad’de ahlakı, Better Call Saul’da pişmanlığı, Pluribus’ta ise insanlığın özünü sorguluyor. Rhea Seehorn’un olağanüstü performansıyla birleşen bu distopik kara mizah, izleyiciyi “mutluluk” kavramının kendisiyle yüzleştiriyor.
Pluribus, “herkesin iyi olduğu bir dünya” fikrinin neden bu kadar ürkütücü olduğunu anlamak isteyen herkesin mutlaka izlemesi gereken bir başyapıt.



